Ressam Simge Kalfaoğlu:
Simge Kalfaoğlu’nun işlerini ilk gördüğüm anı çok net hatırlıyorum. Bir tuvalin içine bu kadar hikâye, bu kadar duygu nasıl sığar, diye düşündüm. Koleksiyonuma dahil ettiğim ilk eserinde bir kedinin kanatlarını gördüm; melek gibi… ama öyle sıradan bir sembolizmle değil. Gerçekten başka bir boyuttan gelmiş gibiydi.
Simge’nin resimlerinde beni en çok çeken şey, o çok katmanlı anlatım yapısı. İlk bakışta masalsı, şiirsel bir dünyaya adım atıyorsunuz; sonra bakışlarınızı biraz daha uzun tutunca hikâyeler açılıyor, figürler size konuşmaya başlıyor. Her karakter bir başrol oyuncusu gibi. Duruşları, bakışları, üzerlerindeki renkler... Hepsi çok bilinçli ama bir o kadar da içgüdüsel hissettiriyor.
Onun dünyasında kuşlar, kediler, insanlar bir arada yaşıyor. Üstelik bu birliktelik öyle doğal, öyle içten ki, insan bir tabloya bakarken kendi yaşamına dair bir şeyler buluyor. Özellikle doğa ile kurduğu ilişki bana çok ilham veriyor. Resimlerine her bakışımda, farklı bir detay yakalıyorum—bir çiçeğin altına gizlenmiş bakış, gökyüzünde süzülen bir hayalin izi...
Ve şu “ruhsal gerçekçilik” tanımı… Simge bunu bir yerde dile getirmişti, çok etkilenmiştim. Çünkü gerçekten de işlerinde hem bir iç dünyanın yansıması var hem de o iç dünyanın ötesine geçme arzusu. Gerçeklikten kopmadan ama hayale de tamamen teslim olmadan… Sanki ruhun tam sınırında dolaşıyor fırçası.
Benim için Simge Kalfaoğlu sadece bir ressam değil. Onun eserleriyle yaşamak, her gün yeniden bir yolculuğa çıkmak gibi. Bazen durup uzun uzun bakıyorum; bazen sadece göz ucuyla geçiyorum ama hep bir his bırakıyor. Sanat bence biraz da bu: sessiz ama derin bir bağ kurmak. Ve bunu Simge fazlasıyla başarıyor.
Simge Kalfaoğlu’nun işlerini ilk gördüğüm anı çok net hatırlıyorum. Bir tuvalin içine bu kadar hikâye, bu kadar duygu nasıl sığar, diye düşündüm. Koleksiyonuma dahil ettiğim ilk eserinde bir kedinin kanatlarını gördüm; melek gibi… ama öyle sıradan bir sembolizmle değil. Gerçekten başka bir boyuttan gelmiş gibiydi.
Simge’nin resimlerinde beni en çok çeken şey, o çok katmanlı anlatım yapısı. İlk bakışta masalsı, şiirsel bir dünyaya adım atıyorsunuz; sonra bakışlarınızı biraz daha uzun tutunca hikâyeler açılıyor, figürler size konuşmaya başlıyor. Her karakter bir başrol oyuncusu gibi. Duruşları, bakışları, üzerlerindeki renkler... Hepsi çok bilinçli ama bir o kadar da içgüdüsel hissettiriyor.
Onun dünyasında kuşlar, kediler, insanlar bir arada yaşıyor. Üstelik bu birliktelik öyle doğal, öyle içten ki, insan bir tabloya bakarken kendi yaşamına dair bir şeyler buluyor. Özellikle doğa ile kurduğu ilişki bana çok ilham veriyor. Resimlerine her bakışımda, farklı bir detay yakalıyorum—bir çiçeğin altına gizlenmiş bakış, gökyüzünde süzülen bir hayalin izi...
Ve şu “ruhsal gerçekçilik” tanımı… Simge bunu bir yerde dile getirmişti, çok etkilenmiştim. Çünkü gerçekten de işlerinde hem bir iç dünyanın yansıması var hem de o iç dünyanın ötesine geçme arzusu. Gerçeklikten kopmadan ama hayale de tamamen teslim olmadan… Sanki ruhun tam sınırında dolaşıyor fırçası.
Benim için Simge Kalfaoğlu sadece bir ressam değil. Onun eserleriyle yaşamak, her gün yeniden bir yolculuğa çıkmak gibi. Bazen durup uzun uzun bakıyorum; bazen sadece göz ucuyla geçiyorum ama hep bir his bırakıyor. Sanat bence biraz da bu: sessiz ama derin bir bağ kurmak. Ve bunu Simge fazlasıyla başarıyor.